Bazı anne babalar için sevgi, çocuğu yanlarında tutmakla eşdeğer bir duygudur. “Yanımda olsun”, “Benden kopmasın”, “Ben varken bir şeye ihtiyacı olmasın” cümleleri iyi niyetli görünür.
Oysa bu iyi niyet, fark edilmeden çocuğun bireyleşme alanını daraltan görünmez bir kafese dönüşebilir. Sevgiyle örülen bu sınırlar, zamanla çocuğun hayata açılan kapılarını kapatır.
İngiliz psikiyatrist John Bowlby, bağlanma kuramında güvenli bağlanmanın çocuğa dünyayı keşfetme cesareti verdiğini söyler.
Güvenli bağlanan çocuk, ebeveyni bir “sığınak” olarak bilir ama orada hapsolmaz. Ancak sevgi, ayrışmaya izin vermediğinde; bağlanma, güvenli olmaktan çıkar ve bağımlı bağlanmaya dönüşür. Bu noktada ebeveyn, çocuğun duygusal limanı olmaktan çok, rotasını belirleyen tek otorite haline gelir.
“Sevgi, çocuğu tutmak değildir; onun hayata korkmadan yürüyebilmesine alan açabilmektir.”
Modern toplumun bu tabloyu neden daha görünür kıldığını ise Alman sosyolog Ulrich Beck açıklar. Beck’e göre günümüz dünyasında birey, artık hazır yaşam senaryolarını devralmaz; kendi hayat rotasını çizmek zorundadır.
Ancak aile içindeki aşırı korumacılık, bu rotayı daha baştan iptal eder. Çocuk, kendi yolunu denemeden “yanlış yapma korkusuyla” büyütülür. Sonuçta ortaya çıkan birey; karar vermekte zorlanan, risk almaktan kaçınan ve sürekli onay arayan bir yetişkin olur.
Bu durumun sadece çocuklukta kalmadığını, tüm yaşam pratiklerine yayıldığını ise Fransız sosyolog Pierre Bourdieu’nün habitus kavramı açıklar. Aile içinde öğrenilen ilişki biçimleri, bireyin düşünme, hissetme ve davranma kalıplarına yerleşir.
Aşırı bağımlı bir aile yapısında büyüyen çocuk, ilerleyen yıllarda da benzer bağlanma örüntülerini tekrarlar: ilişkilerde yapışkanlık, iş hayatında özgüven eksikliği, ayrılık karşısında yoğun kaygı…
Bu noktada Türkiye’den çok kıymetli bir teorik çerçeve sunan Çiğdem Kağıtçıbaşı, meseleyi keskin bir dengeyle ele alır. Onun özerk-ilişkisel benlik modeli, sağlıklı aile yapısının iki temel ayağı olduğunu söyler: duygusal bağ ve bireysel özerklik.
Yani çocuk hem sevilmeli hem de kendi kararlarını alma hakkına sahip olmalıdır. Sevgi, kontrolle karıştırıldığında iyileştirici olmaktan çıkar; baskıya dönüşür.
Amerikalı psikiyatrist Donald Winnicott’ın “yeterince iyi ebeveyn” kavramı da tam burada anlam kazanır. Winnicott’a göre ebeveynin görevi çocuğun hayatını kusursuzca yönetmek değil; onun düşmesine, yanılmasına ve yeniden ayağa kalkmasına alan açmaktır. Aşırı koruma, çocuğu hayattan sakınmaz; hayata karşı savunmasız bırakır.
Belki de bugün kendimize sormamız gereken soru şudur:
Çocuğum yanımda olduğu için mi güçlü, yoksa ben yokken de ayakta durabildiği için mi?
Sevgi, çocuğun hayatını daraltmak değildir. Sevgi; onun hayata açılacak alanını, korkmadan ve cesaretle genişletebilmektir. Çünkü gerçek bağ, tutmakla değil; gerektiğinde bırakabilmekle kurulur.