Hayat bazen bir kıvılcım gibi çakar içimizde; bir yanışı doğuşa, bir sessizliği çığlığa, bir vedayı başlangıca dönüştürür.
Ölüm, uzaklarda bekleyen bir karanlık değil; bazen her gün biraz azalırken, yeniden çoğalmanın gizli adıdır.
Ve insan… kendi çelişkilerinden dokunmuş bir yolcudur. Kırılır, büyür, susar, yeniden parlar.
Bu “kısa kısa” satırlar, o yolculuğun duraklarından birkaç nefes, birkaç sızı, birkaç hakikat taşır.
Sönmek için yanmak gerek; başlamak için bitmek, bulmak için yitirmek gerek.
Dirilmek için ölmek, açmak için solmak gerek…
Bak güneşe: doğmak için batıyor her gün.
Ateşler sönmek için harlıyor alevlerini.
Sonra bir bakıyorsun küllerinden var olmuşsun; tohumundan can, karanlıktan gün olmuşsun.
Hayat ne daima inişlerden ne daima çıkışlardan ibarettir; her doğuşun ardında bir yanış, her yükselişin ardında bir sönüş vardır.
Yok olmayı göze almayan, var olamaz.
Evet, yaşamak çok güzel… ama belki ölmek daha güzeldir; kim “değil” diyebilir ki?
Sadece korkuyoruz; bilinmeze gitmekten.
Bildiklerimizin ağırlığını, bilmediklerimizin ihtimaline tercih ediyoruz belki de.
Bir bebeğin doğar doğmaz ağlaması gibi…
Ölmek için yaşıyor, dirilmek umuduyla ölüyoruz; hem de yaşarken, öleceğimizi unutmaya çalışarak.
Her birimiz birer çelişki yumağıyız, ama yine de geçilmez dağlar gibi kaskatı duruyoruz.
Aldatıldığında ya da kandırıldığında affedemediğin, araya giren yalanlar veya insanlar değildir.
Asıl acıtan, karşındakinin seni kaybetme ihtimalini bildiği hâlde bunu göze almasıdır.
İlişkin eskidiğinde kırıldığın yıpranmışlık değil; çabasızlıktır.
Ağlatıldığında canını yakan incinmişlik değil; sevdiklerinin bizzat faili oldukları acıya duyarsız kalmalarıdır.
Velhasıl, günün sonunda kalbinden düşen insanın hissettirdiği acı ; onun başından beri kalbinde hiç olmamış oluşundandır.