Insan hayatini düzenleyen bazi metinler var. Sadece Müslümanin degil bütün insanligin “cihansümul” ahlaki durusunu saglayan ilk basta Kuran ayetleri, sonra Hadisler, ardindan da müçtehit âlimlerin eserleri gelir. Çagimizda bu eserlerden en fazla itibar göreni süphesiz Nur risaleleri (kitapçiklari). Nur risalelerinin müellifi Said Nursi, Mektubat eserinde, hiçbir eserinin “gazete gibi” üstünkörü ve tuti kusu ezberciligiyle degil, tetkik ve tefekkür edilerek okunmasini istiyor bizden. Mesnevi-i Nuriye’de temas ettigi dört ruhi hastaliktaki “suizan” meselesi fikih usulüne aykiri sekilde anlasiliyor.
?Hem risale külliyatinin tüm metinleri gözden geçirilince hem bahislere sentaks, samantik açisindan bakinca hem de sünnet itikat esaslari bizi bu sonuca götürür. Suizan (birinin hakkinda kötü düsünmek) meselesi, diger tüm mefhumlar gibi usûl ilminde “muayyen”; sinirlari kesinkes belirlenmemis bir durum için anlasilmalidir. Eger böyle olmasaydi Nur Üstad, Münazarat eserinde kendi zatina bile hüsnü zan edilmemesi gerektigini beyan etmez, bizi muhayyer birakip herhangi bir sözünü dahi “Kur’an, Hadis ve Hakikat mihengine” vurmamizi istemezdi.
? Bir metnin temasi, mesaji, anahtar fikir ve kelimesi çogunlukla sonucunda bulunur. Mesnevi’deki suizan meselesinin sonu su mesajla baglandigina göre hiçbir zaman girilmmesi gereken daire burasidir. “Binaenaleyh eslaf-i izamin hikmetini bilmedigimiz bazi hallerini begenmemek, sû’-i zandir. Sû’-i zan ise, maddî ve manevî içtimaiyati zedeler.”(1)
“Islafi izam”in manasini kaynaklardan verelim önce. Geçmisteki din alimleri demek. Antrparantez diyeyim, sayfa altlarina lügat koyan bir yayinevi buna yanlis mana verip sadece “geçmis büyükler” diyor. Kendine yakin bir lügati da kaynak gösteriyor. Bir lügatin hatasi -varsa eger- bu onun yanlisina özür olur mu? Elifi görünce mertek sanan ve ölmüs birine -kalkip- “Islaf-i i’zam” mi diyecegiz yani?
? “Kendisinde bulunan sû’-i ahlâki, sû’-i zan saikasiyla baskalara tesmil etmesin.” ifadesine gelince. Bir müçtehid din büyügüne suizan etmenin kaynagi kötü ahlak oluyor demek. Yani, suizan eden kisinin iç âleminde su degerlendirme hakimdir: “Ben bu kadar bilsem, bu kadar insana hitap etsem, karsiliginda ya maddî bir kazanç yahut san ve söhret beklerim. O halde bu zat da bu isi böyle bir maksat için yapmaktadir.”
Suizan hastaligina yakalanan kimse, bunun bir günah oldugunu dikkate alarak, kardesligin ve sevginin bu büyük düsmanina karsi iç aleminde cephe almali ve nefsine su mesaji vermelidir: “Sende bir egrilik ve bir yanlislik olmasa böyle düsünmezsin. Öncelikle seni bu kötü düsüncelerden kurtarmak gerekiyor.”
“Ve baskalarinin bazi harekâtini, hikmetini bilmediginden, takbih etmesin. Binaenaleyh eslaf-i izamin hikmetini bilmedigimiz bazi hallerini begenmemek, sû’-i zandir. Sû’-i zan ise, maddî ve manevî içtimaiyati zedeler.” (Mesnevi-i Nuriye)
Hüsnüzandan dolayi, baskalarinin “hikmetini bilmedigimiz islerini” kötülemekten ve çirkin görmekten sakinmak gerekir. Bu genel bir tavsiye olmakla birlikte, ikinci cümlede, söz yine eslafi izama (geçmis din büyüklerine) getirilir ve özellikle onlarin hâllerini begenmemekten, onlara suizan etmekten hassasiyetle kaçinmamiz isteniyor. Çünkü, onlara yapilan suizan ferdî olmakla kalmaz, onlarin izinde giden, onlari mürsit edinmis kisilere de zarar vereceginden toplum hayatinda büyük yaralar açabilir. Malum; suizan da tipki giybet gibi sahsi (kisisel) bir günahtir.
?Üstat hazretleri mazide Islam’a büyük hizmetlerde bulunarak dinimizin bize kadar ulasmasinda emegi geçen alimlere, mürsitlere hürmet ve muhabbet üzerinde önemle durur. Onlarin hikmetini bilmedigimiz bir sözünü ele alip bütün kemallerini ve hizmetlerini inkâr etmek, en azindan, insafsizliktir. En azindan diyoruz, çünkü onlari nazarlardan düsürmek Islâm’a da büyük bir zarardir.
Bu konuda Bediüzzaman’in verdigi önemli bir ölçü var. Muhyiddin-i Arabî’nin meslegini bugünkü insanlara anlatmanin zarar verecegini, o meslegin sasaali görünmekle birlikte sahabe meslegine göre “nakis bir mesrep” oldugunu ilmen ispat etmekle birlikte, Muhyiddin-i Arabi için “Ulum-u Islamiyenin bir mucizesi”, Vahdetü’l-Vücut için de “salih bir mesrep” tabirlerini kullanarak talebelerini o büyük zata ve meslegine suizan beslemekten ve karsi çikmaktan uzak durmalarini istemektedir.
? Bir kisi hakkinda, belirtisi çikmamis bir tavir için, iyi düsünmeme meselesinin bir de manevî sorumluluk boyutu var. Onun da önemle dikkate alinmasi gerekiyor. Bir askerin onbasiya karsi gelmesiyle ordu komutanina karsi gelmesinin cezalari birbirinden farklidir. Makam yükseldikçe ceza da artar. Birincisinde iki gün hapsedilmekle kurtulsa da ikincisinde uzun süre hapse girmesi mukadder olur. Üstat ve içtihada kabiliyetli az sayidaki talebelerine yapilan fikri hücumlari böyle anlamak mümkündür.
?Hedef tayin etme ve “tecdid” hareketi istikametinde yazilmis bütün eserleri gazete gibi degil külliyat anlayisiyla ve müzakereli olarak okumak, önceki asir ve devirlerden daha çok zamanimiz Müslümaninin daha açik bir meselesi olmustu. Bu farkinda olus, umum ümmetin kul hakkini sirtlamak teklifiyle yüzyüze de getirir bizi. Bu vazife, bir bakima, “seair” sirasina girer ki seairin ( Islami alametlerin) ferdî farzlardan daha üstün oldugu çoklarin malumudur.
“Bu zamanda en büyük bir vazife, imani kurtarma ve muhafaza etme vazifesidir.” (Kastamonu Lahikasi) ifâdesiyle sirt sirta vermis pek çok beyan, bu hadiseye de temas etmektedir; “takva ve âmel-i sâlih” yönünün gözardi edilmedigine dikkat çekiliyor.
?“Risale-i Nur Külliyati”nda ve Bediüzzaman Said Nursi’nin beyanlarinda tek kanatli olma problemi yoktur. Buna ragmen bir kisim “ehli diyanetin” bu realite ile uzaktan yakindan ilgisi bulunmayan zihnî bir kuruntu yasadiklarini görüyorum. Yaptigi hizmetin “fonksiyon”undan ötürü Bediüzzaman Said Nursi’nin, “Seni yirmi yil hizmet etmis bir talebe sayiyorum” dedigi zat ve çevresinin Üstad’i, dolayisiyla da Nur risalelerini “tek kanatlilik” la elestirmesini “taaccüble” karsiliyorum. Bunun sebebini söylece açiklar halbuki Muhterem Müellif:
“Hem ihlas ve hakperestlik ise Müslümanlarin nereden ve kimden olursa olsun, istifadelerïne taraftar olmaktir. Yoksa `Benden ders alip sevap kazandirsinlar’ düsüncesi, nefsin ve enaniyetin bir hilesidir.” (Ihlas Risalesi, s. 26) Risaleyle rekabet içindeki kimi zatlar da misale münasip pozisyonda bulunduklarina göre, onlarin ihlas sirrindan ne kadar uzak olduklarini hesaplamak zor degildir.
?“Çok emarelerle anlamisiz ki, bu ulûm-u îmaniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmisiz.” (Mektûbât, s. 299) ve “… risaleler kendi malim degil. Kur’ân’in mali olarak Kur’ân’in resehat-i meziyatina mazhar olduklarini izhar etmeye mecburum. Evet, lezzetli üzüm salkimlarinin hâsiyetleri kuru çubugunda aranilmaz.” (Tarihçe-i Hayat, s. 175) gibi “mecburiyet tahtinda fâs edilmis” beyanlardan anliyoruz ki, Risale-i Nur Külliyati’ni indî görüs (özel düsünce) ve dünyevî-yahut akademik-bakislar altinda “tefhim” etmenin imkân ve ihtimali yoktur. “Ehl-i siyaset eserleri tam anlamaz.” (Emirdag Lahikasi) seklindeki ihtar da meselenin bu yönünü isaretler. Yani meseleyi devlet bazinda hâlledecegini diyen insanlar hiçbir zaman Nur kitapçiklarini (risalelerini) anlamaz, her ifadeyi kendine yontar demektir.
?Bence mevzunun asil yönü su: Bilhassa “münevverlik” iddiasinda bulunan kimselerin, Külliyat’i takdir etmekle birlikte onu anlamaya çalismama gibi bir samimiyetsizlik içinde hapsolmalaridir.
“Risale-i Nur’u anlamiyorlar, yahut anlamaya çalismiyorlar” seklindeki sayhalasmis çiglik meseleye ne güzel dikkat çeker. Aziz ve Muhterem Müellif’in, eserlerinin “dâvâ degil, dâvâ içinde bürhan” oldugunu beyan gösteriyor ki bu eserlerin en büyük kuvvetinin bundan geldigi ifade edilmistir. Bu durum, Külliyat’i anlamak isteyenlerin onun Kuran’i temel bakis açisini kavradiktan sonra harekete geçme mecburiyetini iyi anlatir. (Kastamonu Lahikasi)