TEZAT TEBESSÜMDEDİR BİZE
Mehmet Nuri BİNGÖL -Uzun Hikâye
Lise binasının nem kokulu uzun koridorlarında sabahın ilk ışıkları pencerelerden süzülüyordu. Tahta sıraların üzerine düşen gölgeler, yeni bir günün habercisi gibiydi. Ağır adımlarla sınıfa doğru yürürken sakindi; ama yüzünde taşıdığı tebessüm, koridorun karanlık köşelerini bile aydınlatıyordu.
Öğrencilerinin tamamı onu bu tebessümüyle tanıyordu. Gözlerinde hep bir ışık, sesinde hep bir yumuşaklık vardı. Sanki bu dünyada hiçbir dert yokmuş gibi… Ama kimse onun iç dünyasında taşıdığı derin çatışmaları fark etmiyordu.
Bir gün öğrencilerinden biri, ders bitiminde cesaretini toplayıp sormuştu:
"Hocam… Siz hep gülümsüyorsunuz. İnsan hiç mi üzülmez?"
Bir müddet sustu. Bir an için pencereden dışarı baktı; uzaklardaki dağların siluetinde kendi gençliğini gördü. Gençliğinde ayrıldığı kasabasını, yollarda bitip tükenmeyen gurbeti, dostlarının gözlerinden dökülen hasreti hatırladı. Sonra gülümsedi:
"Herkesin bir hüznü vardır elbet. İnsan bazen çok dağılır. Her sabah yeniden doğan umut, gülüşümüzü esirgemememiz gerektiğini hatırlatır bizlere. İşte o gülüş, bizi de karşımızdakini de ayakta tutar."
Halil İbrahim, hocasının yüzündeki çizgilere dikkat kesildi. O çizgiler, yılların yükünü taşıyordu ama hepsinin üstünü örten bir tebessüm vardı. O gece Ahmed Nureddin not defterine şu satırları yazdı:
"Hayatın bana öğrettiği en büyük hakikat, tezatlı hâllerin bizi diri tuttuğudur. İçinde ayrılık taşıyıp yüzünde tebessüm barındırmak… İşte insanı insan yapan da budur."
Kalemi bıraktığında, gözleri uzaklara daldı. Ve Ahmed Nureddin, hafızasında yeniden başlayan o uzun "tayin" yolculuğuna geri döndü.
**
Baharın en güzel günlerinden birinde, ilk tayin mekânı kasaba üzerini hüzün bulutları kaplamıştı. Gökyüzü parlaktı ama insanların yüzünde gölgeler dolaşıyordu.Evin önündeki sandığı kapatırken derin bir nefes aldı.
"Yol uzun olacağından gereksiz esyaları dağıtmalıyım, seklinde düşündü. Unutmamalıyım ki, insanın en büyük azığı şükür ve sabırdır."
Yola çıktıklarında, kasabanın taş sokakları boyunca toz bulutları yükseldi. Çocuklar kamyon tekerlerinin çıkardığı toz ve toprağa baka baka gözleriyle takip ediyorlardı onları. Arkalarından bakan kasaba yaşlılarının dudaklarından tek bir dua dökülüyordu:
"Allah sabır versin…"
Yolculuk uzadıkça yorgunluk da arttı. Bir gece, bir mola yerinde dinlenmek için durdular. Şoför mahallinde uykuyla uyanıklık arasındaydı.
"Belki bir de bir daha, yılları gömdüğüm bu garip yere dönemeyeceğim," diye düşündü.
Bunun üzerine yıldızlara bakarak kendi kendine söz verdi: “Ne olursa olsun, ben yüzümden tebessümü eksik etmeyeceğim."
Bunun gibi sıkıntılı bir mecburiyet için kaleme aldığı "Gülmeyi Unutmayız Biz" denemesini hatırlamadan edemedi.
Yolculuk iki gün sürdü. Farklı kasabalardan, şehirlerden geçtiler. Kimi yerde yabancı bakışlarla karşılaştılar, kimi yerde ekmeğini paylaşan iyiliksever insanlarla. Ahmed Nureddin, yol boyunca insan yüzlerini okumayı öğrendi: bir bakışın ardındaki hüznü, bir tebessümün ardındaki merhameti, bir sessizliğin ardındaki kırgınlığı…
Yıllar sonra öğretmen olduğunda, öğrencilerinin yüzlerine baktığında bu yüzden hemen anlardı kimin içinde fırtına koptuğunu, kimin tebessümünün sahici olduğunu.
**
Atandığı nisbeten kalabalık ilçe, Ahmed Nureddin’e ilk anda yabancı geldi. Ne taşların rengi ne de insanların konuştuğu ağız ona tanıdık değildi. Kaldığı eski tanıdığın odasında, pencereden dışarı bakarken fısıldadı:
"Bu şehirde yeniden kök salacağım inşallah."
Ertesi sabah Ahmed Nureddin çarşıdaki kahveye çay içmeye gitti. Kalabalık sokaklarda yankılanan sesler, pazarcıların bağırışları, yabancı kelimelere karışıyordu.
"Her yerde yolunu tebessümle açmalısın, dedi kendi kendine. "İnsan tebessüm edene kolay kolay kapısını kapatmaz."
Ahmed Nureddin, işte o gün ilk kez, yabancı bir şehirde tebessümün ne kadar güçlü bir anahtar olduğunu bir defa daha öğrenmişti.
Günler geçtikçe şehir, Ahmed Nureddin’in hayatına yeni yüzler kattı. Mahallede tanıştığı yaşlı bir bilge vardı: Aksaklı Dede. Dede, l ara ara namaza gittiği cami yanındaki dükkânında ne hikmetler sunardı gönlüne. Bir gün gözlerine bakarak,
“Tezat, insanı diri tutar. Yabancı şehirlerde kök salmak, hüznün ortasında tebessüm etmek en büyük direniştir.”
"Evlat, insanın gerçek memleketi kalbidir. Kalbinde sabır ve umut taşırsan, dünyanın neresinde olursan ol, memleketindesindir o hâlde."
Bu söz, Ahmed Nureddin’in ruhuna derin bir huzur bıraktı. Artık yolların acısı biraz olsun hafiflemişti. Çünkü o, hem babasından sabrı hem de bu şehirde karşılaştığı insanlardan yeniden başlama gücünü öğreniyordu.
Üç yılı burada geçti. Okudu, çalıştı, yazdı. Ve her fırsatta çocuklara yardım etti. Çünkü çocukken kendisi de bir tebessüme, bir umut sözüne muhtaç kalmıştı.
Aradan yıllar geçtiğinde, Ahmed Nureddin artık B.... Lisesi’nin saygın öğretmeni olduğunda, öğrencilerinin yüzüne baktığında o ilk tayin yerindeki eski güç günlerini, öğrenci ve velilerini hatırladı. Onların tebessümünde kendi kayıp çocukluğunu görür, onların hüzünlerinde ise geçmişin gölgelerini.
Ama asla o sükunetini eksik etmezdi hiçbir vakit. Çünkü hayat ona öğretmişti: Tezat, insanı diri tutar. Yabancı şehirlerde kök salmak, hüznün ortasında tebessüm etmek, en büyük direniştir aslında.
**
Gençlik yıllarında davası için ne ateşliydi Ahmed, girdiği Nur hizmeti dairesi, yeni bir dönemin kapılarını açtı ona.
Artık çocukluk korkuları geride kalmış, yerini öğrenme iştiyakı almıştı. Şehirdeki medreselerin ve kütüphanelerin kapıları ona farklı ufuklar sunuyordu. Ama bu yolculukta yalnız da değildi.
En yakın dostları Bayram, İbrahim ve Sedat idi. Üçüyle de tesadüf gibi görünen ama aslında kaderin hazırladığı anlarda tanışmıştı.
Bayram, neşeli ve hareketliydi. En zor günlerde bile şakalarıyla herkesi güldürürdü. Ahmed Nureddin, ondan hayatın içindeki hafifliği öğrenmişti.
ibrahim, daha derin düşünen, sessiz ve ağırbaşlı bir gençti. Elinden kitap düşmez, her cümlesi uzun bir tefekkürün ürünü olurdu. O da Nureddin’e düşüncenin gücünü hatırlatırdı.
Sedat ise çalışkanlığı ve azmiyle öne çıkardı. Sabahın erken saatlerinde kalkar, gündüz işte çalışır, akşam ise derse yetişirdi. Sabırla gayreti birleştirme sembolüydü sanki.
Dördü birlikte, şehrin dar sokaklarında dolaşır, kütüphaneye gider, kitapların sararmış sayfaları arasında kaybolurdu. Ahmed Nureddin, dostlarıyla her buluştuğunda kalbinin hafiflediğini hissederdi. Bir akşamüstü, kütüphanede bahçesinde otururlarken İbrahim, elindeki defteri açıp yüksek sesle okudu: “İnsan, yaşadığı hayatın değil; sabrettiği acının, gülümsediği anın toplamıdır.”
Bayram gülerek ekledi:
"Güzel söz, ama bana göre insan biraz da arkadaşlarının toplamıdır! Eğer siz olmasaydınız ben çoktan umudumu kaybederdim."
Sedat, sessizce başını salladı.
"Haklısın Bayram. Yalnız yürüyen yolcu çabuk yorulur. Bizim gücümüz, birlikte yürümemizdedir."
Ahmed Nureddin, onların sözlerini dinlerken içi ısındı. O an anladı ki hayat ona yalnızca ayrılıkları değil, aynı zamanda dostluğu da hediye etmişti.
Yıllar sonra öğrencilerine “hayatta en büyük servetiniz dostlarınız olacak” derken, Bayram’ın kahkahasını, İbrahim'un derin sözlerini, Sedat’ın sessiz gayretini hatırlardı. Çünkü o dostluklar, onun tebessümünün asıl kaynağıydı.
Yıllar ilerledikçe Ahmed Nureddin ve arkadaşlarının sohbeti derinleşti. Artık yalnızca kitaplardan bahsetmiyor, hayatı, adaleti, insanın vazifesini tartışıyorlardı. Hepsinin kalbinde bir ideal vardı: Bu hayata bir iz bırakmak, başkalarının yükünü hafifletmek.
Bir yaz günü şehirde bekmedik bir olay patlak verdi. Çarşıdaki fiyat artışları yüzünden halk zor günler geçiriyordu. Çoğu yoksul aile ekmek bulamazken, bazı tüccarlar mallarını saklayarak daha yüksek fiyatlarla satmaya çalışıyordu. Sokaklarda huzursuzluk artıyor, herkes birbirine öfkeyle bakıyordu.Bayram, haberi duyduğunda öfkeyle ayağa kalktı:
"İnsan açken bu adaletsizlik nasıl yapılır? Biz de sessiz kalırsak onların suçuna ortak oluruz."
Birol sakin ama kararlı bir sesle cevap verdi:
"Haklısın Bayram, ama öfkeyle hareket edersek doğru yolu kaybederiz. İlim bize, sabırla ve hikmetle çözüm aramayı öğretmedi mi?"
Sedat düşünceliydi.
"O ailelerin çocuklarını düşündükçe içim daralıyor. Biz elimizden ne gelirse yapmalıyız. Belki ekmeğimizi paylaşırız, belki tüccarlarla konuşuruz… Ama mutlaka bir şeyle yapmalıyız."
Ahmed Nureddin, arkadaşlarının yüzlerine baktı. İçindeki çocukluk hatıraları canlandı: Anne-babasından ayrı olduğu vakitleri andı; o gözyaşlarını hatırlayarak hâline şükretti.
"İnsan açken tebessüm etmek zordur. Belki biz de onların yüzündeki tebessüm olmalıyız."
O gece, dört arkadaş kendi aralarında topladıkları yiyecekleri fakir ailelere dağıttılar. Küçük çocukların gözlerindeki sevinç, onların yorgunluğunu unutturdu. Ama en önemlisi, şehrin meydanında toplanıp tüccarlarla konuşmaları oldu. İbrahim'in hikmetli sözleri, Sedat’ın kararlılığı, Bayram’ın coşkulu çıkışları ve Ahmed Nureddin’in sakinliği, kalpleri yumuşattı. Birkaç tüccar mallarını saklamaktan vazgeçtiler, fiyatlar düşmeye başladı.
O günün sonunda Bayram gülerek dedi:
"Demek ki söz de, tebessüm de bazen kılıçtan keskin olabiliyormuş."
İbrahim ekledi:
"Asıl imtihan, zor zamanda doğruyu seçebilmektir. Biz küçük bir şey yaptık belki ama, kalbimizdeki ideali büyüttük."
Sedat başını salladı:
"Birlikte olmasaydık yapamazdık. Her birimizin farklı yanı vardı; ama bir araya gelince bir bütün olduk."
O akşam şu satırları yazıldı not defterine:
"Hayat bize ilk imtihan salonunu açtı: Adaletsizliğe karşı sessiz kalmamak. Ve öğrendik ki, dostluğun gücüyle en zorlu imtihanlar bile tebessümle aşılabiliyor."
**
Şehirdeki olayların ardından Ahmed Nureddin ve dostları, bir şeyin farkına vardılar: Sözün, tebessümün ve bilginin insanları değiştirme gücü vardı. Ama bu güç dağınık kaldığında etkisi azalıyor, bir araya geldiğinde ise çoğalıyordu.
Bir akşamüstü hanın avlusunda toplanmışlardı. Bayram, ellerini heyecanla sallayarak konuştu:
"Arkadaşlar, biz sadece sohbet ediyoruz, kitap okuyoruz, bazen ihtiyaç sahiplerine yardım ediyoruz. Ama bunlar ferdi kalıyor. Neden bunları bir çatı altında toplamıyoruz?"
İbrahim’in gözleri parladı.
"Haklısın Bayram. Bir dernek kursak, insanlara hem ilim hem de umut taşıyabiliriz. Adalet, sabır ve tebessümü birlikte anlatabiliriz."
Sedat sessizce başını salladı.
"Ama bu kolay olmayacak. Maddi imkânımız az, bize engel olmak isteyenler çok…"
O sırada Ahmed Nureddin, elini defterinin üzerine koydu. Yüzünde her zamanki tebessüm vardı.
"Zor olması, doğru olmadığını göstermez. Bence derneğimizin adı “Kelâm ve Kalem Derneği” olsun. Çünkü söz, insana yolu gösteren ışıktır. Bizim kelâmımız hakikati anlatsın, insanların gönlüne huzur versin."
Üçü birden onayladı. O gece, derneğin ilk kararlarını aldılar. Küçük bir oda kiraladılar. Raflara bağışlanan kitapları dizdiler, bir masa ve birkaç sandalye bulup koydular. Kapının üzerine ise kendi elleriyle yazdıkları bir levha astılar:
KELÂM VE KALEM DERNEĞİ – “Söz ve Kalem Hakikat için”
Dernek kısa sürede gençlerin uğrak yeri oldu. Kimi gelip kitap okuyor, kimi derse katılıyor, kimi de sadece sohbet ediyordu. Ahmed Nureddin derslerde daha çok “ hakkı aramanın bir ibadet olduğunu”, Bayram insanlara “ümidin neşesini”, Birol “ilimle düşünmeyi”, Sedat ise “sabır ve gayreti” anlatıyordu.
Bir gün derneğin küçük salonunda Ahmed Nureddin şöyle dedi:
"Bizim gücümüz büyük değil, ama niyetimiz samimi. Belki bu dernek küçük bir oda ile başladı. Ama unutmayın, her büyük yolculuk küçük bir adımla başlar."
**
Kasabanın merkezinde, eski bir kahvehanenin yanındaki harabe binayı gören dört dost göz göze geldiler. Binanın duvarları çatlamış, camları kırılmış, kapısı rüzgârda gıcırdayarak sallanıyordu ama önceki yere göre salonu çok genişti. Ahmed’in gözlerinde, bu harabe içinde bir gelecek parıldıyordu.
“Burası,” dedi Ahmed, elini kaldırarak, “Kelâm ve Kalem Derneği’ni taşıyacağımız mekân olacak. İlmin, sohbetin ve hakikatin ocağı…”
Bayram gülerek, “Hocam, millet buradan kaçarken biz buraya mı gireceğiz?” dedi.
Sedat omuz silkti: “Ama senin dediğin gibi olursa, burası bir kalp olur. İnsanların içine umut üfleyen bir kalp.”
İbrahim ise heyecanla: “Duvarları tamir ederiz, camları taktırırız. Çay ocağını da ben hallederim. Yeter ki biz isteyelim.” dedi
Ahmed, tebessümle arkadaşlarının yüzüne baktı.
“İşte,” dedi, “tezat dediğimiz şey tam da budur. İnsan, yıkıntının içinde dirilişi bulur. Çatlak duvarlarda umut yeşerir. Her gün bize bir tezat tebessüm eder; kiminin gözüne bataklık görünür, kiminin gözüne bir vaha…”
Bir hafta boyunca çalıştılar. Bayram tuğlaları taşıdı, İbrahim demir doğramacıyla konuştu, Sedat duvarları kireçle boyadı. Ahmed ise hem elleriyle çalıştı hem de ruhlarıyla. Derneğin levhasını taktı. Kelam ve Kalem Derneği. Çünkü şuna inanıyorlardı: “Söz, gönüllere dokunduğu sürece diriliş olur.”
Açılış günü geldiğinde, kasabanın gençleri, yaşlıları ve merak edenleri küçük binayı doldurdu. Kimi “Bunlar hayalperest,” diye mırıldanıyor, kimi de “Allah hayırlarını versin,” diyordu.
Ahmed Nureddin kürsüye geçti. İçindeki heyecanı saklamadan, kalbinden geleni söyledi:
“Biz burada siyaset yapmayacağız, kavga etmeyeceğiz. Kelam ve Kalem Derneği, bir hakikat arayışının yuvası olacak. Okuyacağız, düşüneceğiz, konuşacağız. Belki her gün yeni bir çelişkiyle, yeni bir tezatla karşılaşacağız ama unutmayın: Tezat, her gün bize tebessüm eder. Çünkü karanlığın varlığı ışığın kıymetini gösterir.”
Herkes bir an sessizleşti. Ardından alkışlar yükseldi. Bayram’ın gözleri parladı, İbrahim gurur ve hamdla başını salladı, Sedat ise yanına eğilip Ahmed’e fısıldadı:
“Hocam, bu iş tuttu. Şimdi yolumuz daha uzun…”
**
Dernek açıldıktan sonra, her akşam ışıkları yanmaya başladı. Önceleri merakla bakan mahalle sakinleri, zamanla kapıdan içeri süzüldüler. Ahmed Nureddin, Bayram, İbrahim ve Sedat küçük sandalyeleri dizip gençleri karşılıyor, ellerinde kitaplarla “okuma halkaları” kuruyorlardı.
Ahmed, bir akşam, Risale-i Nur’dan mana olarak bir cümle ortaya koydu:
“Bir tek hakikati anlamak, binlerce mal mülk edinmekten daha kıymetlidir.”
Bayram, bu cümleye takıldı:
“Hocam, insanlar paranın peşinde koşarken biz onlara hakikatin peşinden koşmalarını nasıl anlatacağız?”
Sedat gülerek ekledi:
“Bunu anlatmak için önce kendimiz yaşamamız lazım. Mesela ben dükkânda müşterilerle konuşurken küçük de olsa bir dürüstlük imtihanında, ‘Kelam ve Kalem Derneği üyesi’ olduğumu unutmayacağım.”
İbrahim, eliyle defteri karalarken, “Ben de çay ocağında derneğin masrafını çıkarmak için çalışacağım,” dedi. “Belki kazandığım az ama helâl para ile, derneğimizin bereketi artar.”
Ahmed dikkatle hepsini dinledi ve,
“Bizim işimiz, gökyüzüne bakarken yeri unutmamak. Tezat burada başlıyor işte. İnsan, ayağı çamura battığında göğe bakabilirse, işte o zaman hakkı bulabilir.”
O günden sonra Kelam ve Kalem Derneği’nin kapısında, üzerinde Ahmed’in yazdığı küçük bir levha asılı durdu:
“Tezat, her gün bize tebessümde. Yeter ki bakmasını bilelim.”
Sizce hayatın tezatları insanı güçlü kılar mı? Yorumlarınızı bekliyoruz.
