Bediüzzaman Said Nursi (r.a.) hazretlerinin talebesi Albay Ibrahim Hulusi Yahyagil (r.h.) Agabeyin bir dostuna yazdigi mektup.
Ey nefis! Yas elliyi geçeli birkaç sene oldu. Aile hasta, akraba içinde en yasli erkek sen kaldin. Komsulardan, hemsehrilerden, memleketin her yerinden, dünyanin bütün sakinlerinden milyonlarca insanlar bu âlemden gittiler. Bu muhaceret, akinti kesilmeden devam ediyor. Son süratle giden bir simendifere benzeyen, üzerinde yasadigimiz su arz, her çesit sâkinlerini, bir nevi istasyon, iskele veya bekleme yeri olan kabirlerine atarak, iterek ve bosaltarak yoluna devam ediyor. Trenin vagonlarina büyük harflerle söyle yazilmis: Ebedî âlemin istasyonlarina gider!Yolcularin boyunlarina nereye indirilecekleri, ne zaman indirilecekleri yazili yaftalar takilmis.
Ey basireti kapanmis, dünya isleriyle gözü perdelenmis, hevây ile, tûl-u emelle ubudiyet ve taatte gaflete dalmis olan bîçâre nefis! Uyan, gözünü aç! Hakikati gör, bak! Basin, neredeyse kabrin duvarina, agacina ve tasina çarpacak. Bak, bak! Atilacagin çukur, gözle görülecek kadar yaklasti. O zaman uyanmak bir fayda vermez. Seni Cenab-i Hak hadsiz nimetlerine nâil etti. Imanî ve Kur’anî hizmette istihdam ve böylelikle en büyük nimetiyle seni taltif buyurdu. Bu kadar hadsiz nimetlere karsi, Rabb’inin huzuruna neyle gidiyorsun? Feraizi bile ciddiyetle îfâya gayretin yok! Hâlâ medhe düskünsün. En küçük bir kusuru üzerine almak istemezsin. Her arzun derhal yerine getirilmeli. Her istegin haram helal düsünülmeden verilmeli, ölümü unutmali, hosa gidecek seylere aç kurt gibi saldirmaya devam etmelisin!
Ey nefis! Lillahilhamd, her fenaliga muvaffak oldun! Yalniz bir seye muvaffak olamadin: O da ekser nâs seni iyi bilirler. Ben aksini iddia ediyorum. Senin iyi olmaya asla niyetin yoktur. Ne kadar suret-i haktan görünürsen görün, sen mekkârsin, gaddarsin. Sana itaat eder gibi hallerim, seninle ittifak eden ahirzaman fitnelerinin serlerine mukavemet edemedigimden, ihtiyarsiz zuhura geliyor. Kalp, ruh ve sâir letaifim, sana asla mûtî degildirler. Rabb’imden daimi niyazim sudur: Ya Rabbî! Ben nefsimi islaha muktedir degilim. Sen bana öyle kuvvet ver ki, onu islaha muvaffak olayim. Huzuruna nihayetsiz acz ve fakrimla, fakat hâlis ve nihayetsiz rahmetine muhtaç müflis bir abd olarak geleyim.
Ey benim dertlerimi dinleyen aziz kardesim, Kesf erbâbina göre, Hâlik’in bir ilan levhasi demek olan ve bir nevi yazar-bozar tahtaya benzeyen Levh-i Mahfuz’a, nazariniz yetisseydi, bu biçare kardesinizin sakî oldugunu siz de görür ve o zaman Heyhat! Ben bunu insan zannederdim derdiniz. Ben maalesef iste böyle bir sakî oldugumu hissediyorum.
Dünyada sakîyi tarife kalkarsak, ne deriz? Yol kesen, gasp eden, bas kesen, ev yikan… ila ahir, degil mi?
Iste sana bir yol kesen… Basta akil, kalp, sir gibi manevî cihazlarim âh u enîn ettikleri halde, onlarin yolunu nefsim keser. Haydi, bu tarafa diyerek istegine göre götürüyor.
Iste bir gasp… O letâifin kazançlarini nefsim hevâya sarf ettiriyor!
Iste bir bas kesen… O letâifi, nefsim âdeta islemez ve baslari kesilmis hale getiriyor.
Iste bir ev yikan… Hâne-i vücudumu, nefsim, nursuz vîrâneye çevirerek ebedî saadethanemi yikmak istiyor.
Nazarim, Levh-i Mahfuz’a yetismekten çok uzak. Fakat lûtf-u Hak’la bu acinacak hâlimi hissediyorum. Amma baska bir Rab yok ki, O’na iltica edeyim. O’ndan istimdad edeyim. O’nun bâb-i rahmetini dakkedeyim. Ister istemez bu kapiyi, niyazla fizarla çalmaya devam edecegim.
Eger hatiriniza gelirse ki: Yahu sen neler yaziyorsun? Bu yazilarla verdigin numara zit degil mi?
Kardesim, Evvelen, bilmek baska, yapabilmek baska oldugu gibi, Heleke’n-nâsü ille’l-âlimûn ve heleke’l- âlimûne illel- âmilûn’ hükmünce, bilmek kâfi degil, yapabilmek lazim. Hatta yapabilmek de kâfi degil, garazsiz, ivazsiz, tam hâlis ubudiyet maksud ve matlubdur. Yani, Ben bir abdim. Ve vazifem; Seyyid’imin emri ve izni dairesinde islemektir. Ben, ücretimi pesinen almis bir ameleyim. Vazifem, Mâlik’imin emirlerini kayitsiz, sartsiz yapmaktir. Ben muvazzaf bir memurum. Vazifem, Hâlik’imin mülkünde, vazifelerimi unutmadan, memuriyetimi istikametle ifaya çalismaktir.
Saniyen: Cenab-i Hak, hakki her agizdan söyletebilir. Her kalemden yazdirabilir. Intâk-i bi’l-hakkin çok misalleri var. Meshur Ibrahim Hakki Hazretleri de: Her söyleyeni dinle,
Ol söyleteni anla,
hos eyle kabul canla
demekle, bu hakikate güzel bir isaret yapiyor. Seyyiatimizdan mesulüz. Hasenattaki hissemiz pek azdir. Onun için bizden sudûr eden iyiliklerde, Rabb’imizin in’am ve ihsanini görüp, O’na sükredecegiz. Seyyiat ve mesâibde, nefsimizin kusurunu anlamaya çalisarak, Rabb’imize istigfar ve ilticada bulunacagiz.
Her sey, vücuda gelmeden evvel ve geldikten sonra yazilidir. Amennâ, fakat hiçbir seyi vücuda gelmezden evvel kimse bilemez. Geldikten sonra da akibetini anlayamaz. Ancak kime ne kadar bildirilirse o, o kadarini bilir. Mukaddir kim ise, Alîm de O’dur. O’nun ezelî ilmini kimsenin bilmesine imkân yoktur. O Alîm ve Hakîm, maddi sebepleri izzet ve azametine perde etmis. Bir bahçenin yetismesini suya, havuza, bahçivana baglamis. Su kendisinin. Havuzu mahlûku yapar. Bahçivan memlûküdür. Bahçivan suyu bahçeye akitir, havuzu doldurur. Çiçegi, sebzeyi, agaci, eker, diker, zaman zaman sular. Bütün esbâb-i maddiye tamam iken, bazen çiçegi, sebzeyi, agaci yetistirir. Bazen bir âfet verir, kismen veya tamamen mahveder. Fakat bahçivanin kusuruyla da o bahçe mahvolabilir. O zaman onu mesul ve mahkûm eder. Çünkü ise, ihtiyarin parmagi karisti. Bahçivan diyemez ki: Sen benim iki gün su vazifeyi ihmal edecegimi biliyordun, beni mesul ve mahkûm etmemelisin!
Neyse, bu bahse daha evvel temas etmistik. Kader-i Ilahiyenin tezahüratina karsi, Men âmene bil-kader, emine minel-keder düsturu kâfidir. Yani ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in anlayis ve inanisina göre, Kadere iman eden, kederden emin olur. Gelen musibetlere karsi, Merhaba, hos geldin. Biliyorum, sen kendin gelemezsin. Sen bir vazifeyle gönderilmissin. Vazifeni yap, git. Senin beni incitmene karsi, O Rahîm Rabb’ime iltica ediyorum’ der. Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh’tan gaflet ve nefse itimat, nefsini o kadar simartir ki, Ene rabbükümü’l-â’lâ diyecek kadar bir firavun olur. Nefsin arzularina tâbi ola ola Menittehaze ilâhehâ hevâhû sirrina mazhar olunur, maazallah. Öyle ise nefsimizi tezkiye ve tebrie etmeyelim ki, firavuniyete kalkmasin. Hevâmiza tâbi olmayalim ki, ona abd olacak derekeye düsmekten kurtulalim.
“Ene’l-hak” diyen zat, o sözü sekir halinde söylemistir. O halde söyledigi sözden hakikatte mesul degildir. Fakat zahir seriata göre mesul tutulmus. Ve mahkûm da olmustur. Pes enel-hak nice desin kisi, mansur olmadan’ fikrasi o sözü söylemek için, o halde bulunmak sart olduguna da isaret ediyor. Zaten biz böyle “Ene’l-hak” diyecek bir Mansur olmayi da istemiyoruz. Ve o zatin arkasinda gitmeye bir ihtiyaç hissetmiyoruz. Sirat-i müstakimle ifade olunan nuranî yola hidayet ve tevfiki Erhamürrahimîn’den bütün namazlarimizda istiyoruz. Bizi bu nuranî yol haricinde görünen isiklar, cezbetmemeli. O dolasik ve dar yollara heves edip girersek, çok mesakkat çekeriz. Geri dönmek ve tekrar tarik-i müstakim olan cadde-i kübrayi bulmak pek zor olur.
Allah sasirtmasin! Bizleri süleha zümresine ilhak buyursun, âmin!
Beserin hadiselerden müteessir olmasi, kanaatimce, âcizligi, sabirsizligi, noksanligi, esyaya ve kendisine mana-yi ismiyle, fâni nazariyla bakmasidir. Kaviyy-i Mutlak’a dayanmak âcizligini, Rahîm-i Mutlak’a itimatla sabirsizligini, Kâmil-i Mutlak’a tevekkülle noksanligini, her seyin hatta kendisinin bile tek ve mesulsüz bir Rabb’in mahlûku, memlûku, masnu ilâ ahir, oldugunu düsünerek, yani her seyi bir harf gibi görüp bu harfin kâtibini anlamakla, mana-yi harfiyle mevcut taniyip, mana-yi ismiyle fani oldugunu hissetmekle ve bu meselelerin muvaffakiyeti derecesinde teessürden kurtulur. Yani yükü sirtinda tasimaz, yere kor ve üzerinde oturur. Bütün bütün teessürden kurtulmak, beserîlikten çikmak, muhal bir keyfiyettir. Vesile-i terakki olan imtihan ve iptilâdan siyrilmak demektir. Iste bundandir ki, imanin kemaline had yoktur. Gayet basit ve taklidî imandan, ta makam-i rizâya, makam-i mahbubiyete kadar uçsuz bucaksiz mertebeler var. Bizler ise neredeyiz, nelerden dem vuruyoruz? Evet, haklisiniz, ben de hosuma giden su fikrayi kâl ehli oldugumuz hakkindaki sözümüzü teyit maksadiyla zikredeyim: Kovan arisinin olmazsa bali,
Kuru viziltidan ne ola hâli. Ilahî, gider benden kîl u kâli, Cemi taklidimi tahkike döndür.
Iste aziz kardesim, bana ait olmayip, hak olup Hak’tan gelen su sözlere bu kere de burada nihayet vereyim. Geçmis mektuplardan bazi ehemmiyetli nükteleri yazmis ve saklamis olsaydiniz, belki baskasina da ileride faydasi olurdu. Çünkü yazilarin manidar ve münevver aksâmi hazine-i Kur’aniye’dendir.
El-Bâkî, el-hubbu fillah
Ibrahim HULUSI