(Herkes Kur’an’dan direkt istifade edilebilir mi?)
1-Bir Beyefendi, sohbete gittigi bir dershanede, Kur’an göremedigini(!) söylüyor. Acaba sohbet ettigi salonda, kullandigi masada bulunmuyor olmasin! Ben, yarim asirdir, pek çok yerde yüzlerce dershanemize gittim, ziyaret ettim, derslere, sohbetlere, seminerlere katildim. Oralarda, onlarca Kur’an ve cüzlerinin bulundugunu, hatta hemen her yerde harika planlamalarla küçük program listeleri dagitilarak cüzlerin paylasildigini, haftalik hatimler yapildigini; üç aylarda ve Ramazan’da bunlarin dönerli günlük hatimlere döndürüldügünü bizzat müsahede ettim. Su anda ben de haftalik, aylik hatimlerden aldigim cüzlerimi pek çok Nur Talebesi gibi okumaya çalisiyorum. Onlarca hatim listelerini arz edebilirim. Farkli fikirler ortaya koyan birkaç arkadasimiz, bu realiteye ragmen, bazen göremedigi (!) Kur’an’i, bazen çok azinlikta birkaç maksadini asan davranis ve kelamlari olan, müfrit halli insanin hallerini, bazen bir baska sebebi vesile kilarak, bizlerle ilgili ayni konuda daha agir iddialarini yaziya döküp umuma ilan ediyorlar!
Nur Talebeleri Kur’an’dan, tefsirden, mealden, hadisten, siyerden vb. temel kaynaklardan asla mesafeli, uzak durmazlar. “Onlara ihtiyaç yok” demezler. Nurlari çok sever, çok okurlar; hemen bütün meselelerine Nurlardan cevap, izah bulurlar, amma, ifrat edip asla Risale-i Nur’u, okunacak tek eser olarak görmezler. Bunun aksini söyleyenlerin iddialari gerçegi yansitmiyor!
2-Üstadimiz Bediüzzaman Hazretleri bizlerin çok ama çok önem verip pek çok kalbi, akli problerimizde, her imanî meselede müracaat ettigimiz ve çok okudugumuz külliyatinda, bu konuda eserlerinin ayri bir yol degil, Kur’an’in Cadde-i Kübrasinda bulunan yine onun caddelerinden bir cadde oldugunu söyle anlatir:"Neden senin Kur'ân'dan yazdigin Sözlerde bir kuvvet, bir tesir var ki, müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nadiren bulunur? Bazen bir satirda bir sahife kadar kuvvet var; bir sahifede bir kitap kadar tesir bulunuyor."“
… Seref, i'câz-i Kur'ân'a ait oldugundan ve bana ait olmadigindan, bilâpervâ derim: Ekseriyet itibariyla öyledir. Çünkü, yazilan Sözler (Risale-i Nur Külliyati) Tasavvur degil, TASDIKTIR.Teslim degil, IMANDIR. Marifet degil, SEHADETTIR, SUHUDDUR.Taklit degil, TAHKIKTIR. Iltizam degil, IZ'ANDIR.Tasavvuf degil, HAKIKATTIR. Dâvâ degil, dâvâ içinde BURHANDIR. Su sirrin hikmeti budur ki: Eski zamanda, esâsât-i imaniye mahfuzdu, teslim kavî idi. Teferruatta, âriflerin marifetleri delilsiz de olsa, beyanatlari makbul idi, kâfi idi. Fakat su zamanda, dalâlet-i fenniye elini esâsâta ve erkâna uzatmis oldugundan, her derde lâyik devâyi ihsan eden Hakîm-i Rahîm olan Zât-i Zülcelâl, Kur'ân-i Kerîmin en parlak mazhar-i i'câzindan olan temsilâtindan bir sulesini, acz ve zaafima, fakr ve ihtiyacima merhameten, hizmet-i Kur'ân'a ait yazilarima ihsan etti.Felillâhilhamd, sirr-i temsil dürbünüyle, en uzak hakikatler gayet yakin gösterildi. Hem sirr-i temsil cihetü'l-vahdetiyle, en daginik meseleler toplattirildi.Hem sirr-i temsil merdiveniyle, en yüksek hakaike kolaylikla yetistirildi. Hem sirr-i temsil penceresiyle, hakaik-i gaybiyeye, esâsât-i Islâmiyeye, suhuda yakin bir yakîn-i imaniye hâsil oldu. Akil ile beraber vehim ve hayal, hattâ nefis ve hevâ teslime mecbur oldugu gibi, seytan dahi teslim-i silâha mecbur oldu.
Elhasil, yazilarimda ne kadar güzellik ve tesir bulunsa, ancak TEMSILÂT-I KUR'ÂNIYENIN lemeâtindandir. Benim hissem, yalniz siddet-i ihtiyacimla taleptir ve gayet aczimle tazarruumdur. Dert benimdir, devâ KUR'ÂN'INDIR.” (Mektubat, 530)
Evet, “Risale-i Nur dava degil dava içinde bürhandir.” Dava dogrudan dogruya Iman ve Kur’an davasi oldugu için; Risale-i Nur okuyanlar, Nur Talebeleri, Bediüzzaman’i daha ziyade bizleri Kur’an ve Sünnet’e bagladigi için çok severler. Risale-i Nur’a da onun için çok baglidirlar.
Nur Talebeligi demek, bugün aynen Resûl-ü Ekrem (asm) Efendimiz zamaninda Sahabe-i Kiram hazerâti, imana, Islam’a, dine nasil hizmet etmis ise, iste o hizmetin bu zamandaki bir numunesidir. Islam’in ilk yillardaki hikmetli teblig hassasiyeti, öncelikleri, insanlarin perisaniyetleri aynen bu âhirzamanda da göz önüne alinarak Nurlarda da Mekke döneminde oldugu gibi daha ziyade Iman Hakikatleri öncelenmistir.
Hem de Nurculuk demek, Risale-i Nuru okuyanlara verilen bir isimdir. Risale-i Nur meslegi ise Cadde-i Kübra-i Kur’an’iyedir. Yâni dogrudan dogruya iman, dogrudan dogruya Islamiyet, dogrudan dogruya Kur’an yoludur. Insan Risale-i Nuru okudugu zaman Kur’an yolu nasildir, Islam yolu nasildir onu ögrenir.Netice itibariyle Risale-i Nur Kur’an ve iman nurunu ve Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (asm) Sünnet-i Seniyyesi yolunu gösteren bir Rehber-i Ekmeldir. Yoksa baska mesleklerde oldugu gibi hususi bir mesrep, hususi bir mezhep degildir. Islamiyet içerisinde hususi bir meslek, mezhep de degildir. Dogrudan dogruya Islamiyet’i gösterir.
Hem, biz Nur Sâkirtleri öyle bir Sahs-i Mânevinin –yazili metinler olmasi da önemlidir- kudreti ve hifzi altindayiz ki bu kudreti ve kuvveti, bütün dünyanin dinsizleri, maddi kuvvetleri, atomlari, füzeleri ve haksiz muterizler toplansa yine maglup edemezler ve edememislerdir. Bulutlar bomba yagdirsa, denizler bombalarla toplar firlatsa, yerler yanardaglar fiskirtsa asrimizin Hizbullah ve Hizb-ül Kur’ani olan Nur Sakirdlerini ve Sahs-i Manevilerini yine maglup edemezler ve edemeyeceklerdir. Bu sir ve bu hakikatlerin hükmüyle ve Risale-i Nurdaki harika ilmi kuvvet ve kudretledir ki bugün Risale-i Nurun bütün dünyadaki Islam’a hizmeti, en hâkim ve hükümran bir devrini ve safhasini idrak etmektedir.
Nurlarda Kur’an’in Rabbimizin kelami oldugu, onun, dört temel meselesi, Tevhid, Nübüvvet, Hasir, Ibadet ve Adalet o kadar sarahatle, o kadar vukûfiyetle ortaya konur ki bu asrin fehmine ve ihtiyacina daha uygun olduguna, dikkatle okursaniz, siz de kanaat getirebilirsiniz.
Üstadimiz, medresenin mali olan ve doksan âdet oldugu söylenen temel eserleri okuyup ezberlemis, o Üstadlarinin birikimleriyle, tefsir, hadis, fikih, siyer gibi konularda yüksek bir ilme sahip olmus bir Müceddittir.
Bakin, bu ahirzamanin insanlari olan bizlere, eserleri için, nasil hitap ediyor:“Su zamanin memesinden bizimle süt emen ve gözleri arkada maziye bakan ve tasavvuratlari kendileri gibi hakikatsiz ve ayrilmis olan bu çocuklar, varsinlar, su kitabin hakaikini hayal tevehhüm etsinler. Zira ben biliyorum ki, su kitabin mesâili HAKIKAT olarak sizde tahakkuk edecektir.
”“Ey muhataplarim! Ben çok bagiriyorum. Zira asr-i sâlis-i asrin (yani on üçüncü asrin) minaresinin basinda durmusum; sureten medenî ve dinde lâkayt ve fikren mazinin en derin derelerinde olanlari camiye dâvet ediyorum. Iste ey iki hayatin ruhu hükmünde olan Islâmiyeti birakan iki ayakli mezar-i müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapisinda durmayiniz. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz. Tâ ki, hakikat-i Islâmiyeyi hakkiyla kâinat üzerinde temevvüc-sâz edecek olan NESL-I CEDID gelsin!” (Tarihçe. 111)
Bunu, asrinda bütün ulemaya ispat etmistir. Bunlarin bizzat ögretilmesi vazifesini bihakkin yapmis, tahsil ettirmek için medresesinde ter dökmüstür. Bu asrin fehmine, bütün temel iman, Kur’an, sünnete ve bütün Islam’a yapilan itiraz ve hücumlara cevaplari; nefis ve seytanin ortaya koydugu, koyabilecegi meselelere izahlari, kutsi kaynaklardan, 14 asrin ulemasinin eserlerinden, bizlere Nur Külliyatiyla sunmustur.
Talebeleri de onun takipçileri olarak bu külliyattaki Kur’an ve Sünnetin dört temel meselesini, Mogolistan’dan, Himalayalara, Amerika’dan Ispanya’ya kadar dünyanin her tarafinda hayatlarinin en büyük davasi olarak Iman ve Kur’an’in en temel esaslarini, iki cihanin saadet prensiplerini sunmaya, anlatmaya muvaffakiyetle devam ettiler, ediyorlar.
Evet, Nur Talebeleri, “Ümmet-i Muhammediyeyi sahil-i selâmete çikaran bir sefine-i Rabbaniyenin hademeleri” olarak çalisirlar.Bizler, ask derecesinde Kur’an ve Sünnete bagli müminler olmayi Risale-i Nurlarla kazandik. Hem Üstadimiz da çok önemli bir temel mânâ oldugu için, Nurlarin kendi mali olmadigini, tamamen Kur’an’in mali oldugunu da –yukarida da anlatildigi gibi- söyleyerek bu manaya tekrar tekrar dikkat çeker.
3-Hem Kur’an o beyefendinin masasinda olmayabilir! Veya bilmeyenler onun üstüne sehven, dikkatsizlikten baska kitap koymasinlar diye sohbet masasina birakilmamis da olabilir. Belki kitapligin üstünde duruyordur. Belki diger odalardan birinde muhafaza ediliyordur. Veya “Kur’an yoktu” diyen arkadasimiz görmemis, görememistir. “Ben görmedim” dese belki hakli olabilirdi. Hem yoklugun ispati zordur. Bakin, Üstadimiz ne diyor bu konuda: “…umumî meselelerde ispata karsi nefyin kiymeti yoktur ve kuvveti pek azdir. Meselâ, Ramazan-i Serîfin basinda hilâli görmek hususunda, iki âmi sahit hilâli ispat etseler ve binlerle esraf ve âlimler “Görmedik” deyip nefyetseler, onlarin nefiyleri kiymetsiz ve kuvvetsizdir.…
Nefiyde ise, bir olsa bin olsa farklari yoktur; herkes kendi basina kalir, infirâdî olur. Çünkü ispat eden harice bakar ve nefsülemre göre hükmeder. Çünkü, hususi olmayan ve has bir yere bakmayan bir nefiy ispat edilmez, meshur bir düsturdur. Meselâ, bir seyi dünyada var diye ben ispat etsem, sen de “Dünyada yok” desen, benim bir isaretimle kolayca ispat edilebilen o seyin, sen nefyini, yani ademini ispat etmek için, bütün dünyayi aramak ve taramak ve göstermek belki geçmis zamanlarin her tarafini dahi görmek lâzim geliyor. Sonra “Yoktur, vuku bulmamistir” diyebilirsin.Madem nefiy ve inkâr edenler nefsülemre bakmazlar; belki kendi nefislerine ve akillarina ve gözlerine bakip hükmediyorlar.
….Herkes “Ben görmüyorum, benim yanimda ve itikadimda yoktur”, diyebilir. Yoksa “Vâkide yoktur” diyemez. Eger dese—hususan umum kâinata bakan iman meselelerinde—dünya kadar büyük bir yalan olur ki, dogru diyemez ve dogrultulmaz. Elhasil: Ispatta netice birdir, vâhiddir; tesanüd olur. Nefiyde ise bir degildir, müteaddittir.Ya, yanimda ve nazarimda veya itikadimda gibi kayitlarin herkese göre taaddüdüyle neticeler dahi taaddüt eder; daha tesanüd olmaz. (Lem’alar, 141)
Ayrica ben, Anadolu’da veya ülkenin herhangi bir yerinde, Avrupa’da, daha genis anlamiyla bütün Bati’daki, farkli mesreplerimize ait yüzlerce, binlerce dershanelerimizde, Kur’an’in, cüzlerinin onlarcasinin bulundugunu bizzat gördüm, gösterebilirim.
4-Fakat Kur’an’dan ve Hadisten direkt istifade ettigini düsünen (!) bazi arkadaslar, hemen herkesin, âdeta tefsir yapmasini, hadislerden mânâ çikarip, izahlar, serhler yapacak bir istifadeye çagiriyor! Fakihlik yapip Âyat ve Hadislerden ölçüler çikartmak istercesine açik bir muhali talep ediyorlar. Benim kanaatimce bu hatali iddiaya hiç gerek yok.
Nur Talebeleri olarak bizler evlerimizde, bilgisayarlarimizda 2-3 tefsir, birkaç Hadis Külliyati, fikih takimlari, dört bes –makbul- ilmihal bulundurarak; ihtiyaç oldugunda, zaman planlamamizda müsait olunca, ailemizle bile, onlardan mütalaalar yapariz. Sahsen benim kütüphanemde ve bilgisayarimda on bir adet meal bulunuyor.
5-Ancak toplumun büyük kismi gibi, bizler de ilahiyat disindaki tahsilliler olarak yasiyoruz. Meslegimizi, ögretmenligimizi, memurlugumuzu, ticaret veya tarim islerimizi yapmak yaninda, evlad-i iyalimizle ilgili vazifeleri de ifa ediyoruz. Bizler, egitimi yillar sürecek Arapça dilini, çok agir olan gramerini, Arapça’yi iyice ögrenince yapilabilecek usul-ü tefsir, usulü hadis, usulü fikih gibi temel ilimleri vb. kisaca âlet ilimlerini, Âli Ilimleri nasil ve ne kadar zamanda tahsil edebiliriz? Etsek bile bunlari ögrenen, bilen pek çok ilim sahibinin yapamadigi, eslaf-i Îzamin her meseleyi halletmeleri sebebiyle, ihtiyaç da duyulmadigi, Kur’anin yeni tefsirini, Hadislerin yeni serh ve izahlarini yapabilir miyiz?Evet, bu ilimleri tahsil etmis, bunlari okutup icazet vermis muhterem mollalarimiz bile, -ki bunlardan onlarcasini bizzat gördüm, hala beraber yasiyor, hizmet-i imaniye ve Kur’an’iyede âcizâne onlarla beraber kosturuyoruz.- Onlar bile yeniden bir tefsir yapmaya, Hadis yorumlamaya, fikhî ölçüler çikarmaya çalismiyorlar. Belki birikimleriyle geçmisin semsleri, kamerleri hükmündeki o mübarek ulemadan, Arapça ve ilahiyat birikimleriyle daha kolay aktarimlar yapiyorlar.
Asirlar içerisinde, Kur’an’in bütün yönleriyle binlerce tefsiri yazilmis. Hadis külliyatlarinin herkesçe kabul görmüs, sihhatleri kabul edilmis nüshalari, bunlarin serh ve izahlari ortada duruyor! Yeniden yazilacak temel manalara ait eserleri yazmak da herkese nasip olamaz, olmaz. Hem Üstadimiza göre bu isi artik ancak ilmî bir heyet yapabilir. Ancak istifâde edebilecegimiz eserler de -hakli olarak- geçmis asirlarin seviye ve ihtiyaçlarina göre yazilmis, yazdirilmis. O asirlara vazifeli gönderilen Mücedditler, Mehdi misal harika üstadlar, daha ziyade belâgatin geregi olarak, mukteza-i hâle uyarak asirlarindaki muhataplarini, dertlerini, ihtiyaçlarini esas almislar. Pek çok insanin Arapça’nin agir gramerini bile asamadan “Tefsir ve hadis çalismasi yapacagiz, mütalâalarda bulunacagiz” diye talebelik halleriyle Emsile, Bina ile -kusura bakmayin ama- yillardir oyalanip (!) durduklarini defalarca gördüm.
Eskiden medreselerde ögrenim görenlerin, Arapça ögrenmek için okuduklari, gramer konularina iliskin, söz dizini ve cümle yapisini anlatan ilk kitaplardan birinin adi "Bina"dir. (digeri de fiil çekimlerini anlatan "Emsile.") Baslangiçta her ögrenci bu Bina dersini okur. Ancak zamanla bu derslerin agirligi sebebiyle, ögrenciler dökülmeye baslar. Ya da su veya bu sebeple ögrenim yarida kalir. Yeniden baslandiginda elbette ki yine "Bina" okunurdu. Hatta “Benim oglum bina okur, döner döner yine okur!” lafi, belki de atasözü böyle ortaya çikmistir. Atasözleri de binlerce hadiseyle ortaya çikan kanun degerinde fikirlerdir. Ben de buna defalarca sahit oldum ve maalesef olmaya da devam ediyorum. Ates olmadan duman çikmazmis… Hatta Berlin’de aylarca, parayla tuttuklari bir Arapça hocasiyla çalistiktan sonra bu isin öyle kolay ve kisa zamanlarla olamadigini kabul edip çok zaman kaybettiklerini anlayarak 8-10 ay sonra vazgeçtiklerini de bizzat müsahede ettim. Arap Fars mezunu hatta ilahiyat tahsili yapmis kaç arkadasimin da bu tahsilleriyle bile bu isleri kisa zamanda beceremediklerini, daha önce yazilmis tefsir vb. temel islamî eserlere müracaatla yetindiklerine sahidim. Hatta bu kutsi kaynaklardan direkt istifade ettiklerini (!) sanip umum Nur Talebeleri için aksini söyleyen arkadaslarimiz, birkaç tefsir, meal vb. temel kaynaklardan nakil ve hatta, onlara okuduklari Risale-i Nurlardan yorum ekleyip aktarmayi “Kur’an’dan direkt istifade etmek” saniyorlar, diye düsünüyorum. Fakat bu realiteye ragmen hiç geregi yokken, Risaleleri anlamamisçasina, din düsmanlarinin eline AB gibi kendini ilahiyat Prof.’u sanan Nur düsmanlarindan daha ileri, asilsiz, hikmetsiz, iddiada bulunanlara, Allah insaf versin!Ilahiyatçilar bile artik branslasmis, tefsirciler, hadisçiler, fikih ulemasi vb. pek çok dala ayrilmis ve sadece kendi alanlarinda ilerlemeye, ufuklarini genisletmeye ve o sahada dersler vermeye çalisiyorlar. Herkesi, bütün ilim dallarina çagirmak ne kadar dogru olur ki! Fakat elbette ilahiyat sahasini seçmis olanlar, hele bu alanda kariyer yapacaklarin israrla ve vukufiyetle bu temel ilimleri tahsil etmeleri her türlü mülahazanin ve takdirin üzerindedir.
Onlara asla ve kat’a basarilari için tebrik ve dua etmekten baska söz söyleme hakkimiz da olamaz. Aksine o ilimlere yeterince vukufiyet kazanmayanlarin tesvik edilmesi taraftariyiz. Çünkü IHL’lerde son siniflarin Arapça derslerine hoca bulunamadigini ben Milli Egitim de çalisirken sahit oldum…
(Devami var)
